Mayıs 21st, 2014

Çerkes Hasan Kimdir?

Abdülazîz Han’ın katlinde mühim rol oynayan Hüseyin Avni Paşa’yı öldüren subay.
1850 senesinde Silivri’de doğdu. Babası İsmâil Bey, Rus mezâliminden dolayı Kuzey Kafkasya’dan Anadolu’ya yerleşmiş bir Çerkes beyi idi. Çerkes Hasan 1864’de kendisinden bir yaş küçük olan kardeşi Osman Beyle birlikte bahriye idadisine girdi ve okulun kara kısmına geçerek teğmen oldu. Subay çıktıktan sonra atıcılığı ve biniciliği sayesinde pâdişâhın takdirini kazandı. Aynı zamanda ablası Neşerek (Nesrin) kadınefendi sultan Abdülazîz’in zevcesi idi. Şehzâde Şevket Efendi ile Esma Sultan’ın dayısı olduğundan Şûrayı askeri yaveri iken sultan Abdülazîz Han’ın büyük oğlu Yûsuf İzzeddîn Efendi’nin yaverliğine getirildi. Böylesine mühim bir hizmeti başarı ile devam ettirdiği sıralarda, 30 Mayıs 1876 günü Abdülazîz Han bir kaç insafsız ve safdil devlet adamının şahsî çıkarları uğruna tahttan indirildi. Bunların başında; “Kinim dînimdir” diyen Hüseyin Avni Paşa bulunuyordu. Hasan Bey’in ablası Neşerek kadınefendi, sultan Abdülazîz Han’ın hal’edildiği gün, Dolmabahçe Sarayı’ndan Topkapı Sarayı’na nakledilirken mücevher sakladığı şüphesiyle omuzundaki şal, pâdişâhın gözleri önünde Hüseyin Avni Paşa tarafından çekilip alınarak hakarete uğramıştı. Kadınefendi, omuzları açık bir şekilde boğazdan getirilmiş ve hastalanmıştı. Sultan Abdülazîz Han’ın ölümü üzerine ise, şok geçirerek 11 Haziran günü vefât etmişti (Bkz. Abdülazîz Han).
Hüseyin Avni Paşa, hal’den sonra Çerkes Hasan’ın İstanbul’da birinci orduda bulunmasını tehlikeli görerek, kolağası (kıdemli yüzbaşı) rütbesiyle onu merkezi Bağdâd olan altıncı orduya tâyin etti. Ancak Hasan Bey gelişen olaylar üzerine Bağdâd’a gitmeyi reddetti. Bilhassa ablasına karşı yapılan muamele kendisini son derece sarstı ve Hüseyin Avni Paşa’ya haddini bildirmeye karar verdi. Bağdâd’a gitmeyi reddedince tutuklandı. Gideceğine söz verince serbest bırakıldı. Bekâr olan Hasan Bey, eniştesi Ateş Mehmed Paşa’nın Cibâli’deki evinde, dul halasının yanında oturuyordu. Bu konağa gidip baştan ayağa silâhlandı. Görevden alınmasına rağmen hâlâ hassa yaveri kordonlarını takıyordu.
Çerkes Hasan akşam olunca, önce Hüseyin Avni Paşa’nın Kuzguncuk’daki konağına gitti. Hizmetçilerinden onun Midhat Paşa’nın konağında olduğunu öğrenince geri döndü. Abdülazîz Han’ı şehîd ettiren paşalar, başarılarının zevki içinde bâzı devlet mes’elelerini görüşmek için 15 Haziran gecesi Midhat Paşa’nın Bâyezîd’deki konağında toplanmışlardı. Konakta, sadrâzam Rüşdü Paşa, serasker Hüseyin Avni Paşa, hâriciye nâzırı Reşid Paşa, bahriye nâzırı Kayserili Ahmed Paşa, Cevdet Paşa, Şerif Hüseyin Paşa, mâliye nâzırı Yûsuf Paşa, Halet Paşa ve Müşir Rızâ Paşa bulunuyordu.
Hasan Bey, Midhat Paşa’nın konağına rahatlıkla girdi. Üniformalı olduğu ve sarayla ilgisi bulunduğu için hizmetçiler haber getirdi zannettiler. Bu sebeble kolayca konağın üst katına çıktı. Elinde tabancalarından biri olduğu hâlde kabinenin toplantı yaptığı salona girdi. “Davranmayın!” diye bağıran Hasan Bey, aynı zamanda tabancasını ateşleyerek Hüseyin Avni Paşa’yı göğsünden ve karnından vurdu. Orada bulunan paşalar korku içinde bitişik odaya sığınırlarken, Hüseyin Avni Paşa can havliyle kendini sofaya attı. Lâkin Hasan Bey onu öldürmeye azmetmişti. Üzerine yürürken beline sarılan ve kendisini durdurmaya çalışan bahriye nâzırı Kayserili Ahmed Paşa’nın ellerini ve kulaklarını çerkes kaması ile kesti. Daha sonra Hüseyin Avni’nin üzerine çökerek kamasını bir kaç defa karnına sapladı. Ağzını kulaklarına kadar kesti. Avni Paşa’yı öldürdükten sonra salona dönen Hasan Bey, hâriciye nâzırı Râşid Paşa’yı da öldürdü. Kayserili Ahmed Paşa, yaralı hâlde salonun bitişiğindeki odaya sığındı. Çerkes Hasan, Midhat ve Ahmed paşaları da öldürmek için sığındıkları odanın kapısını omuzladı. Arkasına konan masanın üzerine şişman Hâlet Paşa oturtulduğu için kapıyı zorladığı hâlde açamadı. Bu sırada Hasan Bey, karakoldan gelen askerler tarafından yaralı olarak yakalandı. Merdivenlerden inerken, bahriye kolağası Şükrü Bey tarafından ağır şekilde tahkîr olunması üzerine, bir kaç manga asker arasında çizmesinde sakladığı küçük tabancasını çıkarıp onu da öldürdü. Çerkes Hasan bu vak’ada beş kişi öldürdü. Yaralananların sayısı çeşitli kaynaklarda 2 ilâ 10 kişi arasında olduğu söylenmektedir. Bunların hepsini Hasan Bey yaralamış olmayıp, bâzısı asker tarafından aşağıdan açılan ateş neticesinde yaralanmıştır.
Çerkes Hasan, yakalandıktan sonra şimdiki İstanbul Üniversitesi’nin merkez binasının yanındaki Süleymâniye Kışlasına götürüldü. Yaralarını tedavi ettirmeyen Hasan Bey, kısa süren duruşmadan sonra, askerlikten ihraç edilerek îdâma mahkûm edildi. Sorgusu sırasında; “Nefsim için bu işi yapmadım, millet için yaptım. Gayem; bundan sonra kimse pâdişâh hal’etmek falan gibi şeylere cesaret edemesin” demiştir. Ertesi gün Bâyezîd meydanında îdâm edildi. Hüseyin Avni Paşa’nın ölümü halk arasında sevinçle karşılandı. Çerkes Hasan’a ise o nisbetle acı duyuldu ve gönüllerde millî kahraman olarak yerleşti. Senâî, Nâim, Hilmi efendiler, Müşir Eşref Paşa gibi şâirler, Çerkes Hasan, Bey hakkında mersiyeler yazarak kahramanlık ve cesaretini terennüm ettiler. Eşref Paşa mersiyesinin bir bölümünde:
Rabb-i izzet Cennet etsin kabrini Çerkes Hasan
Kâmet-i Avnîye ol esnada biçmişdi kefen.
Edirnekapı’ya defnedilen Çerkes Hasan’ın mezar taşını bir rivayete göre Pertevniyâl Sultan, bir rivâyete göre de İkinci Abdülhamîd Han yaptırmıştır. Etrafı demir parmaklıkla çevrili mezarının büyük taşında; “Ümerâ ve guzât-ı çerâkiseden İsmâil Bey’in oğlu olup, harb okulunu bitirip, kıdemli yüzbaşı rütbesinde iken genç yaşında velînîmeti uğrunda fedâ-yı cân eden Çerkes Hasan Bey’in kabridir” yazısı yer almaktadır.
Kaynak: http://cerkeshasan.blogspot.com/p/cerkes-hasan_29.html

0
Nisan 20th, 2014

Topkapı Sarayı’nda Kubbealtı denilen mekan. Bu küçük salon asırlarca dünya siyasetine yön verdi. Kıtaların fethi, devletlerin akıbeti, harp ve sulh burada kararlaştırıldı. Divân-ı Hümayun denilen kurul burada toplanır kararları alırdı.

İşte Osmanlı Devleti’nin  en güçlü müesseselerinden biri olan Divan-ı hümayun.

Divân-ı hümayun uzun zaman Osmanlı Devleti’nin en güçlü müesseselerinden biri olmuştur. İslamiyetin“ulu’l–emr” olarak kabul edip geniş yetkiler tanıdığı padişahın aynı zamanda Divân-ı hümayun’un başkanı durumunda kabul edilmesi Divan-ı hümayun’a kanun koyma, yürütme ve mahkeme edebilme gibi hususlarda çok geniş yetkiler vermekteydi. Fatih devrinden sonraki padişahlar fiili olarak Divân-ı hümayun’a başkanlık yapmasa bile ona bu yetkileri verdiği gibi  Divanhane’ye bitişik “kafes” arkasından toplantıları sürekli izleyerek bu yetkilerin nasıl kullanıldığını daima takip etmişlerdir. Divân-ı hümayun’da vücuda getirilen kanunlar önceleri genellikle müderris menşe’li kimselerden seçilmiş olan nişancılar tarafından İslâmiyete uygunluğu denetlenmiş, tereddütlü meselelerde Şeyhülislama müracaat edilerek onun fetvasının alınması yönüne gidilmiştir.

Osmanlı topraklarında adaletin yürütülmesi ve denetlenmesi de Divân-ı hümayun aracılığıyla olmuştur. Taşra yöneticileri Divân-ı hümayun’dan tayin edildiği gibi bunlar hakkında yapılan en küçük şikayetler bile yakından takip edilmiş, adaletsizliği tespit edilen yöneticiler hakkında takibat başlatılması için Divân-ı hümayun’dan çeşitli kimseler görevlendirilmiş veya ilgili kimse bizzat Divân-ı hümayun’a çağrılarak muhakemesi yapılmıştır. Bunlardan suçları sabit olanlar hangi makamda olursa olsun azil ve uzaklaştırmayla yetinilmeyip suçlarına göre gerekli cezalara çarptırılmıştır. Çoğu zaman padişahların isteğiyle Divân-ı hümayun tarafından halka zulmetmemeleri konusunda taşra yöneticileri “adâlet-name“ adı verilen fermanlar gönderilerek uyarılmaktaydılar.

Divân-ı hümayun’un en fazla meşgul olduğu konuların başında adli vakaların görülmesi gelmekteydi. Herhangi bir konuda şikayeti olan halk mahallindeki mahkemeleri atlayarak doğrudan Divân-ı hümayun’a başvurabilmekteydi. Bulunduğu yerdeki mahkemenin tarafsız olamayacağına inanan kişiler veya orada yapılmış mahkemenin sonucuna razı olmayanlar Divân-ı hümayun’da yeniden mahkeme açılmasını talep edebilirlerdi. Bu özelliği dolayısıyla bir nevi üst mahkeme durumundaydı.

Adâletin tecellisi için ele alınan davalarda titizlikle mümkün ise davacı ve davalı biraraya getirilir, mümkün değilse mahallin kadısından iddia edilen konuda bilgi istenir, gerekirse Divândan çavuşlar gönderilerek geniş araştırma yapılırdı. Osmanlı yönetiminde adâlete verilen önemin ve adâlet mefhumunun derinliğinin bir sonucu olarak divânda yapılan mahkemede verilen hükme razı olmayan kişilerin daha sonra yine divâna başvurarak yeniden mahkeme yapılmasını talep ettiklerine çeşitli belgelerde rastlanmaktadır. Adalet karşısında herkes eşit konumda idi. Müslim-gayrimüslim, zengin-fakir, yönetici-halk, kadın-erkek gibi hiçbir zümre ve cinse en küçük ayrıcalık tanınmazdı.

Divân-ı hümayun toplantılarındaki düzen, halka gösterilen davranış tarzı, sergilenen ihtişam yabancı devlet elçilerini çok etkilemekteydi. Osmanlılara karşı içinde menfi hisler beslediği eserlerinde belli olan bazı elçiler bile seyahatname ve raporlarında Divân-ı hümayun toplantılarını ayrıntılı olarak tasvir ederek duydukları hayranlıklarını gizliyememişlerdir.

Kaynak: Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil
http://ahmetsimsirgil.com/dunyaya-yon-veren-oda-kubbealti/

0
Ekim 24th, 2010

Sultan tabiri Osmanlı Padişahları’ nın erkek evlatlarına, kızlarına, padişah validelerine hatta ailelerine kadar teşmil edilmiştir. Bu ünvanın Padişahların erkek çocuklarında ismin evveline kızların da ise ismin sonuna gelmesi adet olmuştu. Sultan Selim, Sultan Ahmed, Ayşe Sultan, Fatma Sultan vs. gibi. Sultan tabiri yanlız olarak kullanılırsa padişahın kıs çocukları kastedilmiş olurdu. Sultanların kız çocuklarına ise Hanım Sultan denir.
Sultan doğar doğmaz ilk olarak Darüssaade Ağasına haber verilirdi. Ağa, oda lalası vasıtasıyla silahtar ağaya müjdeli haberi gönderir o da padişahın bir kız çocuğu olduğunu sarayda ilan ederdi. Bu haber üzerine enderunda bulunan her oda doğum şerefine üç kurban keserek sultanın doğumunu kutlardı. Bu arada sarayın deniz kıyısında bulunan toplar günde beş defa tekrarlanmak üzere üçer kez atış yaparlar böylece doğum halka ve devlet ricaline duyurulurdu.
Doğum haberini alan Sadrazam ertesi gün divan azalarıyla saraya gelerek padişahı tebrik ederdi. Ziyafete gelenlere türlü maddelerden yapılan nefis şerbetler altın, gümüş ve billur kaplar da ikram olunurdu.

Sultanların doğumlarında bir takım merasimler tertip olunurdu. Bunlardan ikisi Valida Sultan ile Sadrazamın göndermiş oldukları beşik, yorgan ve sırmalı örtü münasebetiyle yapılan beşik alaylarıdır.
Çocuk doğunca padişah validesinin evvelce hazırlatmış olduğu beşik, sırmalı püşide denilen örtüsü ve yorganıyla merasim ve alayla Eskisaray’ dan Yenisaray’ a nakl olunurdu.
Törene katılacak ağalara birgün öncesinden kethüda bey ve darüssaade ağası yazıcısı tarafından davetiyeler gönderilir, belirli saat de Eskisaray’ da bulunmaları bildirilirdi.
Ertesi gün davetliler hazır olduklarında Teşrifatçı, törenin başlaması için işaretini verirdi. Bunun üzerine Valide Sultanın başağası beşiği, yorganı ve örtüyü Eskisaray’ dan çıkararak Valide Sultan kathüdasına teslim ederdi. Kethüda Bey de beşiği, Valide Sultan’ ın kahvecibaşısına, yorganı ikinci kahveciye, beşik örtüsünü de üçüncü kahveciye teslim ederdi.
Kahvecibaşılar kendilerine teslim edilen eşyaları sayıyla alırlar ve başlarının üzerlerine koyarlardı. Bundan sonra harekete geçen alay Beyazıd, Divanyolu ve Ayasofya önünden geçerek Bab- ı Hümayun önüne gelirdi. Çevredeki kalabalık alayı alkışlarla uğurlarken çocuğa ve babasına da uzun ömürlü olmaları için dua ederlerdi.
Orta kapıya kadar atlar üzerinde ilerleyen ağalar, burada attlarından inerek iki sıra halinde dizilerek haremin araba kapısı önüne kadar gelirlerdi. Burada kahvecibaşılar beşiği, yorganı ve beşik örtüsünü kapı önünde beklemekte olan Valide Sultan başağasına o da saygıyla alarak darüssaade ağasına teslim ederdi. Darüssaade ağası devraldığı eşyaları harem ağaları ile birlikte içeri götürerek, bu işle görevli kadınlara teslim ederdi. Daha sonra, törene katılan ağalara ve görevlilere rütbelerine göre padişah adına ihsanlarda bulunurdu.
Doğumun altıncı gününde ise Sadrazamın beşik alayı töreni düzenlenirdi. Bu alay Valide sultanınkinden daha göz kamaştırıcı ve daha kalabalık olurdu. Bu sırada devlet erkanının aileleri de çocuğu görmek üzere davet olunurlardı.
Sadrazam, sultan doğar doğmaz bir beşik, bir yorgan ve bir de beşik örtüsü yaptırır, hepsi de inciler, elmaslar, tırtıllar ve zümrütlerle donanırdı. Doğumun beşinci günü törene katılacaklara davetiyeler gönderilir, belirli bir saat de Paşakapısında bulunmaları istenirdi.
Ertesi gün belirlenen saat de Paşakapısı önünde, sadrazamın hazırlanan eşyaları Kethüda beye vermesiyle tören başlardı. Kethüda bey de beşiği baş, yorganı ikinci çuhadara beşik örtüsünü ise mehter başıya verirdi. Bunların eşyaları saygıyla alıp başiları üzerine koymasından sonra mehter takımının çaldığı marşlar ve ilahilerle alay harekete geçerdi.
Başlara giyilen renkli kavuklar, sırtlardaki renkli kürkler ve kaftanlar, ayaklardaki sarı ve kırmızı çizmelerve yemeniler beşik alayını yürüyen bir çiçek bahçesi haline getirirdi. Yine binbir emek sarf edilerek hazırlanan çiçek bahçeleri ve şeker kutuları nu renkli sahneyi daha da canlı ve muhteşem bir hale koyardı. Mehterhanenin muazzam ritmi de insanları ayrı bir vecde getirirdi. Alaya katılan ağaların heybetli görünüşleri, ağır başlı yürüyüşleri insana Niğbolu, Kosova, Varna ve Mohaç’tan hatıralar ve manzaralar yaşatır gibi olurdu.
Valide beşik alayında olduğu gibi Divan yolundan geçilerek Bab-ı Hümayundan içeri girilir ve araba kapısı önünde alay sona ererdi. Daeüssaade ağası tarafından teslim alınan beşik takımı doğruca padişaha götürülür ve gösterilirdi. Padişah beşik takını gördüktan sonra hareme yollardı.
Lohusanın yattığı oda Valida Sultan, Sultanlar, kadınefendiler, ikballer ve davetli kadınlarla dolup boşalırdı. Valide Sultan yanında sultanlar olduğu halde yüksekçe bir divanda otururdu. Misafirler ise peykelere yerleştirilmiş minderler ve yastıklar üzerinde dinlenirlerdi. Sadrazamın gönderdiği beşik takımının gelmesiyle hep birden ayağa kalkarlardı.
Beşik takımı odanın ortasına gelince Valide Sultan üzerine bir avuç altın atar onu diğerleri takp ederlerdi. Orada bulunan ebe, dualar okuyarak çocuğu yeni gelen beşiğe koyar ve üç defa sallardı. Sonra çocuğu beşikten çıkararak kucağa alırdı. O zaman davetli kadınlar, getirmiş oldukları değerli taşlarır ve kumaşları beşiğin üzerine koyarlardı. Bunların hepsi ebenin olurdu.
Davetli kadınlar haremde üç gün misafir edilirler, cariyelerin de katılmasıyla çeşitli eğlenceler tertiplenir, hoşça vakitler geçirilirdi. Ayrıca davetlilere padişah tarafından hediyeler gönderilmesi de usuldendi.

SULTANLARIN YETİŞMESİ

Sultanların doğumu ile birlikte bir daire ayrılır emrine dadı, sütnine, kalfa ve cariyeler verilirdi. Eğitimiyle annesi, dadısı ve kalfası uğraşırdı. Yürümeye başladıktan itibaren bahçelere çıkar küçük cariyelerle veya aynı yaşdaki çocuklarla dadısının nezaretinde oyunlar oynardı. Sultanlar, dadısız ve kalfasız dışarı hiç çıkamazlardı.
Sultanlar beş veya altı yaşına girdiklerinde irade-i seniyye ile derse başlarlar ve kendileri için tayin edilen hocalardan ders alırlardı. Bed-i besmele denilen ilk derse törenle başlanır ve padişah da hazır bulunurdu. Bazen dersler şehzadeler dairesinde okunurdu. Okumada ilk üzerinde durulan konu, padişahın çocuklarının Kuran-ı kerimi doğru okumalarını temin etmekti. onların Kur’an-ı kerimi tecvide uygun okumaları ve bitirmeleri kendileri ve babaları için büyük bir mutluluğa sebep olurdu. Bu vesile ile bir de hatim töreni tertip ediliyor sultanlara ve hocalarına hediyeler veriliyordu. Sultanlar Kur’an-ı kerimden başka Türkçe, Matematik, Tarih, Coğrafya, Arapça ve Farsça dersleri de alırlardı.
Sultanların günümüze kadar ulaşan mektuplarından son derece düzgün ve edebi ifadeler kullandıklarını, kelime, cümle ve gramerhatalarının yok denecek kadar az olduklarını görmekteyiz.
Sultanlar erkeklerden kaçma çağına geldikelrinde başlarına yaşma örterler ve dışarıya çıktıklarında uygun elbiseler giyerlerdi.

DÜĞÜNLERİ

İlk Osmanlı padişahları kızlarını, genellikle Anadolu beyleri veya onların oğullarına verdikleri gibi kendi maiyetlerinde ki beylere de verirlerdi. Nitekim 1. Murad’ ın kızı Melek Hatub, Karamanoğlu Alaaddin Bey’ le ; Çelebi Mehmed’ in kızı Selçuk Hatun Candaroğlu Kasım Bey’ le; Fatih’ in kızı Gevherhan Sultan Akkoyunlu Uzun Hasan’ ın oğlu Uğurlu Mehmed Bey’ le; II. Bayezid’ in kızı Aynışah Sultan ise Uğurlu Mehmed’ in oğlu Göde Ahmed Bey’ le evlenmişlerdir.
Ancak osmanlılar Anadolu birliğini temin edince etrafta kızlarını verecek hanedan kalmadığından, sultanları vezirler, kaptan paşalar ve büyük devlet adamlarıyla evlendirmeye başladılar.
Padişahların kızlarını Anadolu beylerine vermesi gibi kendi devlet adamlarıyla da evlendirmeleri, duygusal yönden ziyade siyasi idi. Zira sultanları alanların çoğu enderun mektebinden yetişen devşirme devlet adamlarıdır. Bunlar padişaha baba gözüyle bakarlardı. Bir de padişahın kızıyla evlenince hanedanın üyeleri arasına girerek nüfuzlarını da arttırırlardı. bazı yabancı yazarların, padişahların kızlarını korktuğu veya zenginliğini çekemediği paşalarla evlendirdiği iddiası, tamamen uydurma ve hayal mahsülüdür.
Padişah kızını evlendirmek isteyince sadrazama bir hatt-ı humayun yazar ve damad olacak şahsın nişan takımlarını yollamasını emrederdi. Uygun görülen adayın, fermanı alır almaz eğer evli ise, sultanlara hürmeten hanımını boşaması adet haline gelmiştir. Ayrıca II. Mahmud zamanına kadar sultanların rızası formalite icabı alınıyordu. Ancak II. Mahmud’ dan itibaren durumun değiştiği ve en azından fotoğraflarla birbirini önceden tanıdıkları görülmektedir.
Sultanların nikahları bazan Yeni Sarayda ve bazan da paşa kapısında kıyılırdı. Sultanın vekili darüssaade ağası idi. Damat paşaya da münasi görülen bir vezir vekil olurdu. Nikahı şeyhülislam kıyar ve mihr-i muaccel ve mihr-i müeccel sultanın derecesiyle mutenasip olurdu. Onaltıncı asır sonlarına kadar nikah yüzbin altın üzerinden kıyılırdı.
Sultan nikahından sonra hükümdar namınamerasimde bulunanlara kürk ve hil’atler giydirilirdi. Damat da hil’at giyerdi. Sultanların düğünleri babalarının sağ olup olmadıklarına veya padişahın sevdiği bir kız kardeşi veya yeğeni olup olmayışına göre olurdu. Tabii babaları sağ olan sultanların düğünleri fevkalede mükellef yapılırdı. Damat, böyle bir düğünde pek çok masraf eder, saraya gönderdiği her çeşit mücevherli (yüzük, küpe, bilezik, incili tuvalet aynası ve yine incili gelin duvağı ve hamam nalını gibi) nişan hediyesinden başlayarak bütün düğün masraflarını görürdü. Düğün müddeti muayyen olmayıp onbeş yirmi gün süren düğünler de vardı.
Gelin olan sultanın alayı ya kendisinin bulunduğu Eski Saraydan veyahut Yeni Saraydan itibaren tertip edilirdi. Sultan, Osmanlı hanedanına mahsus kırmızı atlas cibinlik içinde olarak araba ile naklolunurdu.
Gelin alayında sadrazam, vezirler, devlet erkanı ile düğün münasebetiyle sultanlara mahsus yaptırılan ve Nahl denilen balmumdan yapılmış düğün tezyinatı, alayın önünde giderdi.
Sultanın çeyizi, kocasının konağına gitmeden evvel sarayda teşhir edilirdi. Sadrazam ve diğer devlet adamları oraya kendi düğün hesiyelerini de gönderirler, sonra bu çeyiz alayla damadın konağına götürülürdü.
Sultan, kocasının konağına geldiği zaman orada zevci ile Kızlar ağası tarafından karşılanır ve koltuklarına girilerek harem dairesinin kapısına götürülürdü. Damadın konağında kadın ve erkeklere ayrı ayrı ziyafetler çekilir ve yatsı namazından sonra davetliler konaktan ayrılırdı. Damat Paşa davetlilerin her birine derecelerine göre birer hediye verirdi.
Yine bu sırada darüssaade ağası padişah namına damada bir samur kürk giydirir ve paşayı sultana takdim ettikten sonra çekilirdi. Bundan sonra yenge kadın paşayı odaya sokar, damat paşa odanın bir köşesinde namaz kıldıktan sonra zevcesinin eteğini öper ve sultanın oturması için müsaadesine kadar ayakta dururdu.
Şayet damadın memuriyeti hariçte ise düğün için İstanbul’ a çağırılır, konak döşer, sultanla evlenir ve sonra vazife ile İstanbul’ da kalmazsa yine memuriyeti başına dönerdi. Sultan İstanbul’ da kocasının konağında kalırdı.

Geçimleri

Sultanların maiyyetlerinde padişahın emriyle tayin edilen kethüdaları vardı. Bütün işleri, alış veriş vesaireleri hep bu kethüdaları vasıtasıyla görülürdü. Dul olan sultanların vazife ve aidatları matbah-ı amire ile şehremini tarafından verilmek kanundu.
Sultanların hash veya paşmaklık ismi verilen dirlikleri vardı. Bunların bazılarına herhangi bir mukataanın varidatından maaş ve bir kısmına iltizam suretiyle mukataalarda verilmişti. Bu isimler altındaki dirlikler bir mahallin varidatının bunlara tahsisi demekti. Malikane suretiylemukataa, kaydı hayat şartıyla verilen dirlikti. Sultanları bu gelirlerini idare ve tahsil için voyvoda denilen memurlar vardı. Sultanlara bazan hazineden maaş da verilirdi. Sultan III. Mustafa Laleli Camisinin vakfiyesini tertip ettirirken bu vakfından oğullarına bin beşeryüz kızlarına biner ve kadınlarına beşer yüz kuruş tahsis eylemişti.

Bibliyografya:
Silahtar Mehmet Ağa, Tarih, c. 1, s. 646; c. 2, 737
Raşid, Tarih, İstanbul 1282, c.3, s. 143, 265, 319,320,328
Peçevi, Tarih, c. 2, s. 28
Naima, Tarih, c. 4, s.264
Ata Bey, Tarih’i Enderun, c. 1 , s. 249 – 250
Esad efendi, Osmanlılarda Töre ve Törenler – Teşrifat-ı Kadime- (sad. Y. Ercan) , İstanbul 1979, s.113,116
İ.Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti’nin Saray Teşkilatı, Ankara, 1984i s. 159-171
Çağatay Uluçay, Harem, Ankara 1985, s.67 – 115
H. Ziya Uşaklıgil, Saray ve Ötesi, İstanbul 1942, c. 2, s. 93 – 98, 187- 194
Ayşe Osmanoğlu, Babam Abdülhamid, İstanbul 1960, s. 106-112.
Hikmet Özdemir, Adile Sultan Divanı, Ankara 1996, s1 291-292, 454 -455.

Ahmet Şimşirgil
Bu yazı Tarih ve Düşünce Dergisinden alınmıştır.

1
Posted in Harem Halkı |
Ekim 24th, 2010

Harem lûgatte korunan, mukaddes ve muhterem yer anlamına gelir. Ev, konak ve saraylarda genellikle iç avluya bakacak bir şekilde planlanan, kadınların yabancı erkeklerle karşılaşmadan rahatça günlük hayatlarını sürdürdükleri kısımdır. Burada yaşayan kadınlara da harem deniyor olması, İslamiyet’in bu bölümlere, özellikle hane kadınlarıyla belirli bir kan bağı dışında kalan erkeklerin (nâmahrem) girişini yasaklamasından kaynaklanır.

Osmanlı devlet teşkilâtında harem-i hümâyûn tabiri hem haremi hem de enderunu içine alır. Enderun padişah, saray ve devlet hizmetinde bulunacak erkeklerin, harem ise ikametgâh görevinin yanında kadınların yetiştirilmesi için bir eğitim müessesesidir. Bu bakımdan hareme yüksek dereceli kadınlar akademisi de denilebilir. Burada en alt kademe olan cariyelikten ustalığa kadar bir terfi sistemi bulunmaktadır.

Haremin bu son derece çarpıcı ve ilgi çekici yönü ne yazık ki, hep geri plana itilmiş ve yeterince değerlendirilmemiştir. Buna karşılık harem hayatının gizliliği ve mahremiyeti herkese malum olduğu halde özellikle batılı yazarlar tarafından hiç bilinmeyeni en bilinen kısmıymış gibi harem hakkında anlatılanlar basit ilişkiler üzerine kurulmuştur. Buradaki bilgilerle senaryolanan çeşitli film, roman ve tiyatrolarda da maalesef çok geniş bir teşkilata sahip bulunan haremin asıl fonksiyonu göz ardı edilmiş veya maksatlı olarak unutturulmaya çalışılmıştır.

Oysa son yıllarda harem üzerine yapılan yerli ve yabancı bilim adamlarının yaptıkları çalışmalar Osmanlı sarayının harem bölümünün padişahın evi ikametgâhı olmasının yanısıra dünyada eşi benzeri görülmeyen bir mektep hüviyetinde olduğunu gözler önüne sermektedir.

Harem-i Hümayun hakkında on yıllık yorucu bir mesai sonunda arşiv belgelerine dayalı bir doktora tezi hazırlayan Amerikalı uzman Leslie Peirce “Biz batılılar İslam toplumunda cinselliği saplantı haline getirmek gibi eski ama güçlü bir geleneğim mirasçılarıyız. Harem, müslüman cinsel duyarlılığı üzerine kurulu Batı efsanelerinin kuşkusuz en yaygın simgesidir” dedikten sonra haremin amaç ve teşkilatı hakkında verdiği bilgiler aleyhteki iddialara en güzel cevaptır.

“Hanedan ailesi üyeleri için harem bir ikametgâhtı. Sultan ailesinin hizmetkârları için ise bir eğitim kurumu diye tarif olunabilir. Genç kadınlar sadece padişaha uygun cariyeler ve annesiyle diğer ileri gelen harem kadınlarına nedimler sağlamak amacıyla değil, aynı zamanda askerî/idarî hiyerarşinin tepesine yakın erkekler için uygun eş sağlama amacıyla eğitilirlerdi. Enderun, saray içinde padişaha kişisel hizmet yoluyla erkekleri nasıl saray dışında hanedana hizmet hazırlıyorsa, harem de kadınları padişah ve annesine kişisel hizmet yoluyla dış dünyadaki rollerini almaya hazırlıyordu.

Azat edilerek enderun mezunları veya diğer görevlilerle evlendirilen bu kadınların payına da kocalarının oluşturduğu erkek hanelerini (selamlık) tamamlayan haremler oluşturmak düşerdi.

Sultan hanesinin kurduğu teşkilat ve eğitim kalıbı bu köle evlilikleri vasıtasıyla çoğaltılarak Osmanlı yönetici sınıfının sosyal ve politik temelini oluşturuyordu. Saray eğitim sisteminin -hem erkek hem de kadınlar için- ana hedeflerinden biri hükümran hanedana sadakatin aşılanmasıydı. İmparatorluk elitini sarmalayan bağları erkekler kadar kadınlar da sürdüğü için elitin sadakatinin odağında sadece padişahın kendisi değil, aynı zamanda sultan hanesinin kadınları, yani bir bütün olarak haneden ailesi vardı.”

Yine 17. yüzyıl bazı batılı yazarlardan haremin gizliliğinin yaznısıra harem hakkında konuşamların da fanteziler üretmekten başka bir şey yapmadıklarını gözlemlemek mümkündür.

“Sarayın, ikinci avluya girmelerine izin verilen yabancıların gidebildiği kadarını gördüm… İçeriyi görmedim. Ama hükümdarlarına karşı huşu duyduklarını gösteren şahane bir sessizlik ve saygı içindeki sonsuz bir görevliler ve hizmetkârlar kalabalığı ile karşılaştım.” (Henry Blunt, A Voyage into the Levant, 1638).

“Kadınlar dairesine ilişkin bir bölümü buraya, okuyucuya bu daireyi iyi bilmenin imkânsızlığını anlatabilmek için dahil ediyorum… Buraya erkeklerin girmesi yasaktır ve bu yasak Hristiyan manastırındakinden çok daha büyük bir dikkatle uygulanır…

Sultanın aşk hayatının niteliği gizli tutulur. Bunun üzerine konuşmayacağım ve bu konu hakkında hiç bir bilgi edinemedim. Bu konuda fantezi kurmak kolay ama doğru bir şeyler söylemek alabildiğine güçtür.” (Jean-Baptiste Tavernier Nottvelle Relation de l’interieur du serrail de Grand Seigneur, 1675).

“Kardeşim, Osmanlı imparatorlarının sarayı konusundaki merakını herkesten kolay giderebilirim. Çünkü yirmi yıldan fazla bir süredir bu sarayın içine kapalı kalmış biri olarak güzelliklerini, yaşam tarzını, disiplinini gözlemleme zamanım oldu. Çeşitli yabancı gezginlerin bir kısmı dilimize de çevrilmiş olan bir çok fantastik tasvirine inanılacak olursa b sarayın büyülü bir yer olmadığını hayal etmemek güçtür… Fakat sarayın asıl güzelliği içinde gözlenen düzende ve burada yaşayan güçlü kişilerin hizmetine bakacak olanların eğitiminde yatar.” (François Petis de la Croix, Ett General de l’Empire Ottoman, 1695).

Osmanlı Sarayı’nın harem bölümünde kimler yaşadı? Vazifeleri nelerdi? Nelere sebep oldular? Acı ve tatlı hatıraları ve tarihi gerçekleriyle bir yazı dizisi.

Ahmet Şimşirgil
Bu yazı Tarih ve Düşünce Dergisinden alınmıştır.

0
Posted in Harem Halkı |
Ekim 23rd, 2010

Evliyâ Çelebî -bana göre- en büyük yazarımızdır. Biz bütün yazarların pîri, üstâdıdır. Ahmed Yesevî Hazretleri neslinden Kütahyalı Demirci-zâde Derviş Mehmed Zıllî Ağa’nın (ölm. Haziran 1648) oğludur ki bu zat, Birinci Sultan Ahmed’in (saltanatı 1603-1617) kuyumcubaşısı ve camiin san’at eseri kapısını yapan san’atkârdır. İki kızından İnal Hâtun, cihan gezgini Evliyâ Çelebîmiz’in ablasıdır. Ablasının macerasını bize şöyle anlatıyor (bundan sonraki bütün paragraflar Evliyâ Çelebî’den alınmıştır):
“Ablam İnal Hâtun, Balıkesirli Solakoğlu İlyas Paşa ile nişanlı idi ki vezir (mareşal) pâyesi aldığı halde hükûmete kafa tutup Celâlî oldu. Babam bir âsîye kız veremiyeceği için nişanı bozduğunu bildirdi. Ablam, Kütahya’da atalarımızdan kalma evimizde oturuyordu. Manisa (Saruhan) sancak beyi olan İlyas Paşa gelip Kütahya’daki evimizi bastı. Bir imam bulup cebren (zorla) ablamı nikâhladı. Sonra Sandıklı’daki çiftliğimize gitti. 7.000 baş koyun ve 300 atımızı “zevcem hâtunun çeyizidir” diyerek gasbetti. Ablamın mücevherlerine de el koydu.”
“Anadolu eyaleti beylerbeyisi Vezir Küçük Ahmed Paşa, eyaletinin en seçkin sancağı (ili) olan Saruhan’ın beyi İlyas Paşa’nın edepsizliğini duyunca Manisa’ya geldi. İlyas Paşa’yı azlettiğini bildirdi. İlyas, başı korkusundan sıvışıp bir bucağa sindi. Bir müddet sonra Kütahya’da göründü. Ablamı kandırarak Bergama’ya götürdü. Dertlenen babam, Bursa’ya geldi. Orada İnebey mahallesinde evimiz vardı. Beni ve kardeşim Mahmud’u alıp İstanbul’a geldi. Cihan hâkanı (Dördüncü) Sultan Murad Han Hazretleri’nin huzuruna çıktı. Damadı İlyas Paşa’nın kızını zorla nikâhladığını anlattı.”

SULTAN BİZZAT KONUŞTU
“Sultan Murad, bir gazablı hükümdardı. Celâlîlere zerre kadar muhabbeti (sevgisi) yoktu. Zorbalığın adını silmeye yeminli idi. Emretti. İlyas Paşa tutuklanıp yaka paça Bergama’da çiftliğinde çubuk içerken İstanbul’a getirildi. Üsküdar’da İstavroz has bahçesinde bulunan padişah hazretlerinin huzuruna çıkartıldı. Sultan Murad, Paşa’nın işini bitirmeye kesin azimli idi. Babamı da çağırıp İlyas Paşa’ya: “Bre mel’ûn, dedi; bu koca (ihtiyar) ağanın kızın zor ile nîçün aldın?” İlyas Paşa’nın ödü koptu, eli ayağına dolaştı. “Hâşâ pâdişâhım, dedi; alez-zor (zorla) almış olan, nâmzedim nişanlım) idi aldım, işte hüccet-i şer’iyyem (nikâh kâğıdım) deyü senet ibrâz etti.”
“Yiğit cihan pehlivanı olan Cennet-mekân Sultan Murad, (annesi Kösem Sultan’dan aldığı) iri kara şahin gözlerini, verdiği kâğıda bakmaya tenezzül etmeksizin, Paşa’dan babama çevirdi. “Nedir?” diye sorunca ihtiyar babam Paşa’nın Devlet’e yaramaz iş ettiğini öğrenince nişanı bozduğunu, Paşa’nın zorla kızını nikâhlayıp mallarına el koyduğunu, fakat afvetttiğini, padişahın afvedip Revân seferine götürerek hizmetinden faydalanmasını arz edip söyledi.”

PARAYI BABAMA GERİ VERDİ
“Sultan Murad, “Ya böyle âsînin devlete hizmeti ne olsa gerek? Kaht-ı ricâl (devlet adamı kıtlığı) değildir” deyü Paşa’yı kapıcılar kethudâsına verdi. İlyas Paşa’nın kellesi, İstavroz Köşkü önünde, Üsküdar sahilinde mavi bir taş vardır, orada kesildi. Malı Hazîne’ye alındı. Cennet-mekân Sultan Murad Hazretleri, el konulan malından 10.000 altının babama verilmesini irâde buyurdu.”
“Öyle yapıldı. Paşa’nın ablamın tasarrufundaki servetine ise dokunulmadı. Bir yıl sonra babamla İstanbul’dan Bursa’ya vardım. Burada ablamın, Bergama’daki çiftliğinde öldüğü haberi geldi.”
O devrin tarihçileri Dördüncü Murâd’ın, celâlîlik yaptığı yani vaktiyle Devlet emrine karşı geldiği için İlyas Paşa’yı idam ettirdiğini yazar. Evliyâ Çelebî yazmasa idi, yukarıdaki detayı, İnal Hatun’un değil hüzünlü aşk macerasını, böyle bir hanımın yaşadığını bile bilmeyecektik.
Evliyâ Çelebî, 1611’de, Kütahyalı bir ailenin çocuğu olarak İstanbul’da Unkapanı’nda doğdu. Saray kuyumcubaşısı olan babası, zengin bir adamdı. Birçok şehirde evleri, çiftlikleri, at ve koyun sürüleri, mücevherleri bulunduğunu öğreniyoruz. Babası öldüğü zaman Evliyâ Çelebî, 37 yaşında idi ve Saray hizmetinden (hâfız ve hânende) çıkmış, 8 yıldır seyahatlerine başlamıştı. Evliyâ’nın en az Mahmud adında bir erkek ve birisi İnal adında 2 kız kardeşi bulunduğunu, fakat babası fevkalâde yaşlı öldüğü için başka kardeşleri de bulunabileceğini biliyoruz.
17. asrın en büyük bilgini Kâtib Mustafa Çelebî de, Evliyâ’dan sadece 2 yıl önce, 1609’da İstanbul’da doğdu. Onun babası da Saray’da görevli idi. Muhteşem Osmanlı Türk kültürünün kaynakları Saray (Enderûn akademisi), medreseler, tekkeler idi…

Kitaplar Arasında
YILMAZ KARAKOYUNLU, en büyük romancımızdır. Türkiye’yi ve Türk’ü itham edip küçük düşürmek yerine uzak ve yakın geçmişimizle günümüzde çeşitli akımları barıştırmak suretiyle birliğimizi sağlamak istediği için, hakkı olan Nobel Edebiyat’ı alamadı. Demokrasiyi, hür düşünce ve eleştiriyi, yüksek kültürü, kültürel yakınlaşmaları romanlarında savunmakla kalmadı. Neoklasik yolda seçkin şair ve bestekâr, güçlü bir köşe yazarıdır. Sinemaya, tiyatroya da uzandı. Henüz çıkan son romanı şudur: Serçe Kuşun Sonbaharı, İst. 2010, Doğan Egmont Yayıncılık, 392 s.

Yılmaz Öztuna
23 Ekim 2010 Cumartesi
(Bu yazi Türkiye Gazetesi‘nden Alınmıştır.)

0
Ekim 19th, 2010

Osmanlılar zamanında Ramazan günlerinde tebdil-i kıyâfet ile, pek çok zengin, hiç tanımadıkları mıntıkalardaki bakkal, manav dükkânlarına gider, onlardan Zimem Defteri’ni (veresiye defteri) çıkarmalarını isterlerdi. Baştan, sondan ve ortadan rast gele sahifelerin toplamını yaptırıp, miktarını ödedikten sonra; “Bu borçları silin! Allah kabul etsin!” der, kendilerini tanıtmadan çeker giderlerdi. Borcu ödenen, borcunu ödeyenin kim olduğunu; borcu sildiren, borçtan kimi kurtardığını bilmezdi…

Gizli verilen nâfile sadakanın, açıktan verilen nâfile sadakadan yetmiş kat dahâ sevâp olduğunu bilen zevât, yardımlarını mümkün olduğunca gizliden yapmaya gayret ederdi. Ecdadımız sağ ile verdiğini, sol elinden bile gizler, yaptıkları iyilikleri unutur giderlerdi.
0